14 Aralık 2011 Çarşamba

martı

Kadıköy - Eminönü hattı deyince aklınıza ne geliyor? Vapur mu? Peki vapur deyince, deniz. Deniz deyince, balık. Balık deyince, ekmek arası. Öfff ne alakası var yaa. Tamam ekmek arası balık süper oluyo o ayrı. Ama doğru cevap martı olmalıydı.
Tabi aç karnına çağrıştırmaca yapınca haliyle çağrışımlarda da yamukluk olabiliyo. Amaaann olsun varsın. Neticede sadede geldik, hoş geldik..


Martı deyince benim aklıma ilk gelense kardeşimin doğumu oluyor. Şimdi diyeceksiniz ki martı ile kardeş ne alaka? Sabırlı olun efendim anlatıyoruz heralde diy mi:))

Hani eve yeni bir bebek geldiğinde evin en küçüğü, işgüzar komşu teyzeler tarafından kudurtulur ya, hah işte bizde de adet bozulmadı çok şükür. Alt kat komşumuz işini gücünü bırakıp, koştura koştura gelerek ve altın dişlerini göstererekten bombayı patlattı. ”Eflatuun, eve yeni bebek geldi, senin papucun dama atıldı artık biliyo musuuun?”

Yoo, hayır bilmiyodum. Nası yani, bu yer cücesi hem benim tahtımı elimden almış hem de pabucumu dama mı attırmıştı. Kendisi atmış olamazdı zira daha kafasını tutamıyodu nerde kaldı dama papuç atmak. Hımm bunu onun yanına bırakmamalıydım ama daha önce papucumu damdan almalıydım..
Akıllı bir velet olarak ilk önce papuçlarımı kontrol ettim, hangisini attılar dama diye. Hangisi diyorum ama o yıllarda hiçbir insan evladının bir çiftten fazla papucu yoktu ki benim olsundu. Zaten bir çift papucum vardı o da kapı önündeydi, kırmızı terliklerim de öyle. Eeeee o zaman ne damı, ne papucu, ne demek istemişti altın dişli teyze???

Bir anlam verememiştim ama gene de içime düşen kurdu, düştüğü yerden çıkarmak için dama bakmaya gitmiştim. Biz binamızın çatı katında oturuyorduk ve kocaman bir terasımız vardı. Terasa çıkınca da evin çatısını görürdük haliyle. Parmaklarımın üstünde yükselip uzun uzun baktığımı hatırlıyorum. Boyumun yettiğince görebildiğim kısımda papuç falan yoktu. Yoksa, yoksa martılar? Hayır hayır bunu aklıma bile getirmek istemiyordum..

Annem bayatlamış ekmekleri ıslatıp çatıya atar, dakikalar sonra martıların yemek savaşı da başlardı çığlıklar eşliğinde. Biz de keyifle izlerdik bu savaşı. Acaba diyordum, benim haberim olmadan bana yeni bir çift papuç alınmış, bu yer cücesi geldi diye dama atılmış, sonra martılar da pabucumu ekmek sanıp yemiş olabilirler miydi?  Ne zeka ama, gurur duyuyorum o yaştaki mantığımla. El netice; bir zaman kafamı meşgul edip ara ara çatıyı kontrol etmeme neden olduysa da bu durum, unutmam uzun sürmedi..

Bir de martı deyince aklıma ilkokul öğretmenim gelir. Severdim ben öğretmenimi, ama o beni sever miydi bilemem. Nerden bilicem hiç sormadım ki. Soramazdım da çünkü ödümüz kopardı öğretmenimizden.
İlkokulu bitirip ortaokula başladığımda birgün öğretmenimi çok özlediğimi farkettim, ve sınıfında ziyarete gittim kendisini. O ziyaret sırasında sevimli mi sevimli, tatlı mı tatlı, şımarık mı şımarık, canavar mı canavar bir Martı ile tanıştık. Martı, öğretmenimin yeni öğrencilerinden biriydi. Bir insan evladı, kızının adını ne demeye Martı koyardı arkadaş, o zaman da  anlamadıydım, hala da anlamam:))

Neyse, biz öğretmenimizin tuttuğu tebeşiri bile elimize almaya korkarken, bu velet öğetmenime sarılıyo, öpüyo, yanında cır cır konuşuyo, bizim öğretmen kızmak şöyle dursun "öte get" bile demiyo :))
Bir değil, iki değil defalarca şahit oldum bu duruma.  E ben de nihayetinde etten kemikten bir insandım, dayanamazdım, çatlardım hasedimden. İşte o anlarda Martı'yı pataklamak gelirdi içimden. Ama yapmazdım. Yapamazdım, çünkü öğretmenimiz sınıfta olurdu:))
Bi de severdim ben bu veledi bi taraftan yaa, valla. Akça pakça, kıpır kıpır bir kızdı.

Bi gün Martı eşyalarını toplarken bi şey çekti dikkatimi. Dönemin fenomeni 0,7 kalemini kalemkutusuna koyarken, çaatt diye ucunu kırdı önce ve koydu kalemkutusuna. Sonra yazmadığı bi ödevini farketti kalemini çıkardı, üstüne tık tık basarak ucunu çıkardı, yazdı ve tekrar çattt...

Bu durum karşısında sessiz kalamazdım. Hemen koştum Martı'ya, sevgi dolu bakışlarımla  gözünün bebeğine bebeğine bakarak kalemin ucunu içeriye nasıl ittireceğini :)) öğrettim.

Ufaklığın gözleri tıpkı Japon çizgi filmlerindeki kızlar gibi kocaman açıldı. Hayretler içinde kalakalmıştı. "Nası yani, nası yapabildin bunu" diye soran gözlerle bakıyordu.Yaptığım bu minicik hareketle bi anda onun kahramanı oluvermiştim. Adeta idolü olmuştum Martı'nın. Gözlerindeki o kıpraşan pırıltıları görebiliyordum. O an aramızda sevgi pıtırcıkları pırtlayıvermişti. Bir kez daha gurur duymuştum kendimle. Ki;

Acı acı çalan teneffüs ziliyle geldim kendime. Yeterdi bu kadar kahramanlık, hemen koşup derse girmeliydim. Mağdur kişiyi mağduriyetinden kurtardıktan hemen sonra, onun minnet dolu bakışlarına aldırış etmeden, arkasını dönüp koşarak o mahalden uzaklaşan kahramanlar gibi sessizce savruldum sınıftan. ( ama ne cümle kurarmışım :))

Acaba Martı yıllaarr yıllar önce kendisine çok önemli bir hayat dersi veren bu ablasını hatırlıyo mudur? Hiç sanmıyorum. Ben niye hatırlıyorum onu da bilmiyorum..

Sözün özü şu ki; efendim biz geçenlerde Kadıköy - Eminönü vapur hattını kullanaraktan karşıya geçtik. Hayır bunu ilk defa yapmadık tabii. İlk olan, doğuştan İstanbullu bir Eflatun olarak paraya kıyıp bir simit almak ve onu martılara atmaktı. Eğlenceli, biraz da ürkütücü bir aktivite idi. Zira bir ara yüzümüze doğru pike yapan martılardan ödümüz koptu. Simitleri kapma yarışında attıkları çığlıklarsa beni yukarda yazdıklarıma götürdü. Öyle işte..