13 Ağustos 2012 Pazartesi

göz

Yıllaaarr yıllar boyunca renkli gözlü olmanın cefasını çektim, hala da çekerim. Küçükken sırf renkli gözlüyüm diye bir çok aile için vazgeçilmez gelin adayıydım. Ziyarete gittiğimiz büyüklerden "gelinim olacan mı, seni oğluma alacam, benim kızım olur musun" sözlerini duymadan dönmezdim. (gerçi evlilik çağına geldiğimde hiç biri meydana çıkmadı ama, neyysse)..

Sarıkız, maviş, gök gözlü gibi nice lakaplarım oldu. Ama bu ilgi beni her zaman rahatsız etmiştir. Çünkü dikkat çekmeyi seven biri değilim. İnsanların bana aşırı ilgi göstermeleri hiç hoşuma gitmez. Hatta çocukken "gözlerim neden renkli" diye söylenip dururdum, hep kara gözlü olmanın hayalini kurardım. Ama olmadı seneler geçti, gözlerimin rengi değişmedi..

Şimdi bayram değil seyran değil bu yazı da ne alaka diyorsanız onu yazıcam ama önce şöyle bir geçmişe dönelim de benim renkli göz travmamın sebeplerini inceleyelim..

Arkadaşlarla oyun oynuyoruz ve sıranın bana gelmesini bekliyorum, bir yandan oyunu takip ederek. Sonra birden bi huzursuzluk hissediyorum kendimde. Kafamı kaldırdığımda gördüğüm manzara şu; genç bir kadın yanındaki adama (muhtemelen eşi)  beni göstererek gülüyor "ayy çok güzeelll, gözlere bak, caanımm" diye. Kaşlarımı çatıyorum onlara beni rahatsız ettiklerini anlamaları için ama bu hareketim daha çok hoşlarına gidiyor, dönüp dönüp bana bakıyorlar gülerek. Arkadaşlarımın gözleri önünde, üstelik o kadar çocuk içinde bana yapılan bu hareket "rezil oldum" duygusu uyandırıyor bende. Sonrasında arkadaşlarımın benimle dalga geçmelerine mani olamıyor, sinir oluyorum!

Mahallemizde çocuğu olmayan bi teyze vardı. Nerde görse beni yakalar ve aramızda şu şekilde tek taraflı bir muhabbet gelişirdi.
"Yavrumm Eflatun'um. Bi bak bakiim gözlerime"
Utanıyorum ama baskılara dayanamayarak bakıyorum teyzenin gözünün bebeğine bebeğine.
"Ah canımm o kadar güzel gözlerin var ki ve sen o kadar güzelsin ki hep böyle bakmak istiyorum sana. Benim kızım olur musun?"
Buyur bakalım bi sen eksiktin bunu söylemeyen sen de söyledin tam oldu.
"Yok" diyorum sıkılarak, gülüyor. Uzuunn uzuun baktıktan sonra "aşığım sana ve o gözlerine" diyip bırakıyor beni. Ve bu durum her karşılaştığımızda yaşanıyor. Hemen yan komşumuz olması ise karşılaşma sıklığımız hakkında bi fikir verebilir belki size, bunalıyorum!

9 yaşlarındayım. Mahallemizin muhtarı evini bizim mahalleye taşıyor. Kısa süre içinde kızıyla arkadaş oluyoruz ve kaynaşıyoruz. Bir gün beni evlerine davet etti arkadaşım, gittim tabii annemden izin alarak. Kapıyı annesi açıyor ve "oooo hoş geldiniz bakın kim gelmiş bize" diye gülerek karşılıyor bizi. Evin içi miss gibi kek kokuyor bu arada.
"Gelin" diyor ve bizi içeri alıyor sonra beni salona çekip "bakın size kimi tanıştırıcam" diyor. İçeri girdiğimde bir sürü süslü teyzenin oturduğunu görüyorum salonda. Bana bakıyorlar hepsi de.
"Bu kızın adı Eflatun" diyor arkadaşımın annesi "bizim muhtarın kızı." Süslü teyzeler şaşkın herkes birbirine nası yanee der gibi bakıyorlar. İçlerinden biri dillendiriyor bu soruyu. "Ay hiç sormayın" diyor arkadaşımın annesi "eski mahalledeyken muhtar her akşam eve geldiğinde bize Eflatun'u anlatırdı. Benim  o mahallede bi kızım var o çok güzel, çok akıllı ve çok güzel gözleri var derdi, kızımla biz de kıskanırdık muhtarın Eflatun sevgisini. Buraya gelince tanıştık biz de çok sevdik onu. Hak verdik muhtara. Hazır gelmişken sizinle de tanıştırayım istedim" diyor. Süslü teyzeler arasında gülüşmeceler devam ederken biz arkadaşımın odasına yöneliyoruz oyun için, utanıyorum!

18 yaşlarındayım. Üst kat komşumuzun kızının arkadaşları gelicekmiş oturmaya. Komşumuz "Eflatun'u da yolla" diyor anneme. Ama ben itiraz ediyorum hemen "tanımadığım insanların arasında ne işim var gitmem ben" diye.
Tabii her zaman olduğu gibi annem galip geliyor yine ve ben kendimi bir sürü tanımadığım ve ayrı tellerden çaldığımız yaşıtlarımın arasında buluveriyorum. Kızlar süslenmişler püslenmişler, her biri takmış takıştırmış, Sanırsınız arkadaş buluşmasına değil de düğüne gelmişler. Onlara inat ben sapsadeyim. Muhabbetleri süs, püs, makyaj ve sevgili olayından öteye gitmiyor. Konuşmalarından abartılı ve fazla özenti buluyorum her birini. Sıkılıyorum gitmek istiyorum ama ayıp olur düşüncesiyle oturup sadece dinliyorum onları. Derken kızlardan biri bana dönüp "ayyyyy o kadar güzel gözlerin var ki o gözler bende olsaydı asla gözlük takmazdım sen niye takıyosun ki" diye sordu. O saate kadar çektiğim bütün sıkıntıyı verdiğim cevapla kızcağızın suratına asıveriyorum 
" bozuk da ondan!!!!" Zavallı sadece "hıııı" diyebiliyor, rahatlıyorum!

Küçük oğlumun okul toplantısı için okuldayım. Çıkışta aynı okulun orta bölümünde okuyan büyük oğlumla karşılaşıyoruz. Beraberce merdivenlerden aşağı inerken arkadan gelen bir kız soruyor oğluma "annen mi" diye. "Evet" diyor oğlum. Ben de bu meraklı kızı merak edip arkamı dönüp kıza bakıyorum. Kızla gözgöze geldiğimiz anda "hiiiiiii" diye bir ünlem eşliğinde titreyerek elleriyle ağzını kapatıyor. "Töbe bismillah, iyi saatte olsunlara mı denk geldi, çarpıldı mı kızceğiz" diye korkuyorum. "Nooldu kızım, nen var" soruma cevabı geliyor kızın. " Teyze gözleriniz çok güzeeell, bayıldımm".. Deli mi ne?  diyip uzaklaşıyorum..
Daha neler neler... Evlendiğimde kayınvalideme "gelinin gözleri çok güzel maşaAllah nerden buldunuz bunu" diyenler mi, doğum yaptığımda "çocukların gözü annesine benzemiyor" diye hayıflananlar mı, bir mecliste yanıma yanaşıp "çok güzel gözlerin var, kardeşin var mı onu da biz alalım" diyenler mi (şaka değil), sırf renkli gözlüler diye Emel Sayın'a, Hülya Avşar'a , Sibel Can'a benzetenler mi ne ararsanız var işte.

En son çok ciddi bir göz kazası geçiren yakınımızı hastaneye apar topar götürüp "yoksa gözünü kayıp mı edecek" endişesiyle çıkacak sonucu beklerken, yanıma hiç tanımadığım bir hanımın yaklaşıp "ayyy ne kadar güzel gözleriniz var" demesi bu yazıyı yazmama sebep oldu.
Karar verdim artık güneş gözlüğü olmadan şurdan şuraya adım atmam arkadaş! Bu ne yaa!

merak edene not: Gözlerimin öyle çok güzel olduğu falan yok efendim. Bildiğiniz renkli gözişte! Griye çalan mavimtrak yeşil...


sıcak çok sıcak

Bundan 2 yıl öncesinin yazıydı. Kavurucu sıcaklardan dolayı burnumu dahi dışarı çıkaramıyordum. Çıkaramıyordum çünkü ben güneşte dışarı çıktığımda hemen burnum kızarıyor.. Hayır yanmıyor bildiğiniz domates gibi kızarıyor. Beyaz bir suratın tam ortasında kıppkırrrmızı bi burun, rezalet yani! Asıl sebep kavurucu sıcaklık olsa da bu da önemli bir etkendi benim için..

Sıcaktan bunalınca evin en güneş almayan köşelerini mesken tutup güneşle köşe kapmaca oynuyordum. Geceler ise tam bir kabustu, yatak yorgan dar geliyordu. Uyku ise hak getire!Uyuyamadığım için yatakta debelenip duruyor, bir yandan da sıkıntıdan ayağımın altına gelen her şeyi tepikliyordum. Bu çoğu zaman eşimin bacağı, böğrü, kolu falan oluyordu. Allah' tan uykusu derindi de haberi olmuyordu sabaha kadar yediği sopadan:)) Sadece arada bir "yaaa sıcaklardan galiba sabah sanki üzerimden kamyon geçmiş gibi halsiz kalkıyorum" derdi :))

İşte böyle bir günün akşamında bir yandan bulduğum bir karton parçasıylan yellenirkene eşime; "Sence de eve klima almanın zamanı gelmedi mi beeyy?! Böyle giderse kışı göremiycez" dedim.

Sıcaktan kanepeden eriyip akmak üzereyken bilirkişi edasıyla cevapladı beni eşim; "Yazın klima mı alınır Eflatun? Uçurmuşlardır şimdi fiyatları, kış gelsin fiyatlar düşsün alırız"

"Ne alaka yaa? Mevsimlik kıyafet mi alıyoruz ki sezonu geçince fiyat düşürsünler?"

"Bak işte iyi düşünmüyorsun! Hava çok sıcak olduğu için şu an klima satışlarında patlama var. Bu yüzden fiyatı ikiye katlandı klimaların. Hava sıcaklığı düşünce fiyat da düşer, o zaman alırız"

"Nerden biliyosun, araştırdın mı ki?"

"Araştırmaya gerek yok ki, bu her zaman böyledir. Talep edilen herşey fiyatını ikiye katlar!"

Birden aklıma televizyonda Maranki'nin kozmik temizlik için pancarı tavsiye etmesiyle beraber 2 liraya satılan pancar fiyatının 8 liraya fırlaması geldi. Ne alaka demeyin geldi işte! Demek ki bizim herif haklıydı! "Heeee" dedim "var bu herifin bi bildiği, sabret Eflatun!"..

Ve kışı beklemek üzere antredeki ayakkabılığın yanına sığıştım. Çünkü evin en güneş almayan noktası orasıydı.

2 gün geçmediydi ki ben yine mızırdanmaya başladım."Ooofff çok sıcak, ben dayanamıycam bari bi vantilatör alalım yaa"

"Ama hayatım şimdi yaz ya, vantilatör fiyatları............."

"Aaaaayyyhhh yeter ama, isterse milyar olsun alıcam işte, çatlayacak mıyız mübarek. Tabi sen klimalı işyerinde rahatsın, iş çıkışı da klimalı arabanla rahatsın ohhh misss.. Biz naapalım ölelim mi? hııı  vır vır vır dır dır dır......."

Artık sıcağın verdiği sıkıntıyla nası carladıysam herife ertesi gün eve geldi vantilatör. Şimdi düşünüyorum da acaba bu carlamayı klima için yapsaydım o gün bugündür  püfür püfür bi evde oturuyo olabilir miydim? Neyse, geçti Bor'un pazarı.....

Sonuçta ha bugün ha yarın derken o yazı ve ertesi yazı vantilatörle atlattık. Bu yaz ise havalar ısınınca tekrar gündemimize geldi klima almak ama; pazarın içine dalınca gözüne fener tutulmuş tavşan gibi kalakaldık ortada. Ne menem bi işmiş klima almak arkadaş töbe töbee!

İnverter mi olsun split mi, o marka mı olsun bu markamı, şu kadar btu mu yeterli bu kadar btu mu, o pahalı bu ucuz, bu yılların markası bu yeni girmiş piyasaya, bu havayı temizliyo şu temizlemiyo, bu fazla elektrik yakıyo şu yakmıyo......... derken tam bir ay araştırma yaptık. Sonuçta bir arpa boyu yol alamadığımızı farkettiğimizde vazgeçer gibi olduk! Zira biz araştırmayı derinleştirdikçe havalar ufaktan serinlemeye başlamıştı bile.

En son aniden tekrar 40 dereceye fırlayan havada bu soru(n)lar nedeniyle kafayı üşütmemek için, bütün çok bilmiş tavsiyelere kulağımızı tıkayıp, en yakın bayiden bütçemize en uygun klimayı alıp taktırdık. Onca tantanadan sonra böyle yapmamızın sebebi ise gayet açık "sene de hepi topu 2 ay kullanılacak bi eşyaya bi dünya para ödememek". Ohh püfür püfür valla missss:)




9 Mayıs 2012 Çarşamba

EDİRNE 2

Eveett, kaldığımız yerden devam edelim mi?


Alışveriş sonrası, Selimiye Camiine çok yakın olan Eski Cami'yi ziyaret ettik.


Tarihi Üç Şerefeli Camiin yanından geçtik. Açıkçası yanından geçerken tam olarak emin değildik o cami olduğundan. Eve gelince emin olduk:))

Daha sonra inşaAllah kapalı değildir duaları eşliğinde rotamızı Sağlık Müzesine çevirdik. Müze yolunda çalışma varmış. Adres sorduğumuz bir vatandaş bize öyle güzel bir rota çizdi ki sayesinde tarihi Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı alanı gördük.



Ve nihayet Sultan 2. Bayezid Külliyesi ve Sağlık Müzesindeyiz. Bu müzeyi anlatmaya kelimeler yetmez. Müzede Osmanlı döneminde hastaların hangi yöntemlerle tedavi edildiği, tıp öğrencilerinin nasıl yetiştirildiği mankenlerle öyle güzel anlatılmış ki!
hekimbaşı ve hastası

hekim ve annesiyle tedaviye gelen çocuk
                             
depresif hasta ve bakıcısı

dağlama yöntemiyle tedavi

uygulamalı eğitim ve tıp öğrencileri

müzenin avlusundaki şiir

Sırf bu müzeyi görmek için bile gelinir Edirne'ye. Muhteşemdi.
Müze gezisi sonrasında Karaağaç yollarına düştük.


Yol üzerindeki Tunca Köprüsünü geçtik ve Meriç Köprüsüne vardık. Kısa bir mola verip Meriç Nehrini izledik.

meriç nehri
meriç köprüsü

Tekrar Karaağaç yollarındayız. Karaağaç'a vardığımızda bizleri güzel bir sürpriz bekliyordu. Adımbaşı kahvaltı mekanları vardı ve üstelik hepsi de yöresel kahvaltı vaadediyorlardı :))))))))))

Karaağaç'da ki tarihi tren garını ve bahçedeki kara treni gezip bol bol foto çektikten sonra Edirne merkeze geri döndük. Yol üzerindeki semt pazarını gezmeyi de ihmal etmedik :))

Merkeze vardığımızda methini duyduğumuz Köfteci Osman'da köftelerimizi yiyip, Arslanzade'den Edirne'ye has Kavala kurabiyesi, Kallavi kurabiyesi ve lokum satın alarak Edirne maceramızı sonlandırdık.
Edirne deyince aklımıza sadece Selimiye Camii gelmekteydi. En azından benim öyleydi. Oysa günün sonunda gördük ki Edirne adımbaşı cami ve tarihi eserlerle dolu muhteşem bir ilimiz. Hülasa Eflatun der ki; ihmal etmeyiniz, siz de gidiniz, görünüz....

7 Mayıs 2012 Pazartesi

EDİRNE 1

Günler öncesinden başlamıştım 23 Nisan tatili ile alakalı planlar yapmaya.. Aylarca kış, kıyamet sisli puslu havalardan sonra bahar gelmişti ve tamı tamına 3 gün tatilimiz vardı.. Dile kolay 3 koca gün :)) Harika bir tatil planlamasıyla beklemeye başladım çocuk bayramını..

O gün geldiğinde gördüm ki; evdeki hesap çarşıya uymazmış sahiden.. Tatilin ikinci gününe denk gelen Pazar gününe bir bebek mevlidi, bir de nikah merasimi rastlamıştı ve her ikisine de katılmak bizim için mecburi ötesi idi. Yaşadığım hayal kırıklığını bilmem ki tahmin edebiliyor musunuz?
Tatil planlarım suya düşünce bilmem kaç milyonuncu kez yaptığım gibi gene söz verdim kendime bi daha asla ama asla günler öncesinden plan yapmiycam diye. Aklıma esince düşücem yollara. Aha da buraya yazıyorum, yapmazsam nooliimm :))

Ben, hüzünle suya düşen hayallerimin akıp gitmesini seyrederken, yaşadığım hayal kırıklıklarından bihaber olan eşim, pazar akşamı;

“Bi teklifim var Eflatun yarın Edirne'ye gidelim mi? Selimiye'yi ziyaret edip biraz da gezer geliriz, olmaz mı?" dedi.

Ahh olmaz mı, olmaz mı? :))) Bi anda dünyam aydınlanıvermişti. "Aha da Eflatun, plansız programsız bir gezi teklifi.. Sözünün eri olduğunu kanıtlamanın vaktidir, gün bugündür" gazları eşliğinde pc yi elime alıp başladım Edirne'de nereye gidilir naapılır diye araştırıp listelemeye. Ertesi güne dair listeleme işimi bitirip soluğu yatakta aldım ki çabucak sabah olsun :)))

Sabah erkenden kalktık, çoluk çocuğu yataklarından çekiştirerek kaldırdık :)) miss gibi bi hava moralimiz tavan yapmış, herşey harika.. Vira Bismillah deyip çıktık yola. 

Eşim yolun yarısı olmadan başladı "ben acıktım nerde kahvaltı yapsak" diye söylenmeye. Edirne hepi topu iki saat uzaklıkta İstanbul'a. Dedim ki;

“Yolda abidik gubidik bi tesiste kahvaltı yapmaktansa Edirne’ye vardığımızda temiz bir mekan bulup güzeelce yaparız kahvaltımızı ha ne dersin?”

"İyi öyle olsun, ama yöresel kahvaltı hazırlayan bi yer bulalım tamam mı? Savuşturmayalım."

Anlaştık..


Saat 9 u biraz geçe Edirne’ye vardık. Şehre girer girmez kısa bir süre sonra Selimiye camii tüm ihtişamıyla karşıladı bizi.. Açıkçası bu kadar kısa zamanda karşılaşmayı ummuyordum tarihi camiyle. Ağzım açık seyre dalmışken camiyi eşimin sesiyle geldim kendime.

“Hadi önce kahvaltımızı edelim sonra başlarız geziye!”

Şöyle bir tur attık Selimiye etrafında. Gördük ki sağımız solumuz ciğercilerle ve köftecilerle doluyken bir tanecik bile kahvaltı mekanı yok. Dön dolaş, ara tara nafile yok! En sonunda;
” Böyle geze geze bulamıycaz iyisi mi soralım bir esnafa yol göstersin bize” teklifimi kabul eden eşim, en yakın esnaftan adres almayı başardı. İyi ki sormuşuz zira akşama kadar da dolaşsak bulamayacakmışız. Bi yerlerden girip başka bi yerlerden çıkarak tarifini aldığımız mekana ulaşıp yöresel olmayan :))) kahvaltımızı yaptık.

Neyse yöresel olamasa da sonuçta lezzetli bir kahvaltı ile güzelce doyurduk karnımızı ve Selimiye Camii ile başladık Edirne kültür gezimize. Muhteşem bir cami olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde. İyisi mi ben susayım resimler anlatsın:))))








Mimar Koca Sinan boşuna dememiş ustalık eserim diye..





Cami dış avlusunda gezerken vakıf müzesi yazısını görünce o tarafa yöneldik. Bizi şöyle bir sürpriz bekliyordu :))))

Edirne kültür gezisi için pazartesiyi seçmek süper bir fikirmiş meğersem:)))


Bütün büyük camilerde olduğu gibi Selimiye Camii'nin de birçok kapısı var avlusunda. O kapıların birinden çıktığımızda Osmanlı mezar taşlarının sergilendiği alanla karşılaştık. Orayı gezerken tam karşıda Edirne müzesini gördük.
Osmanlı dönemindeki mezar taşları

Edirne Müzesi

Galiba burayı da gezemiycez diye hayıflanırken açık olduğunu farkedip daldık içeriye. Müzede bir çok tarihi eser ve Osmanlı döneminde kullanılan alet ve edevat gördük. Bir çok resim çektik ve müze gezimizi sonlandırdık.

Selimiye Arastasından minik hediyeliklerimizi aldık.



Daha sonra ne mi yaptık? Bir sonraki yazıda:)))









15 Mart 2012 Perşembe

diş işleri..

Dün öğleden sonra ağzımın içinde inşaat çalışması yapıldı. Temeli attık bekliyoruz :)) Hayırlısı bakalım..
"ne diyo bu eflatun" diye soranlara bizim memleket usulü soruyorum "gız anam ben ne dediğimi biliyrim mi:))))))




Epeyce bir zamandır olması gereken yerde olmayan dişlerim sebebiyle yemek sırasında sorunlar yaşıyordum. Nihayet bi cesaret soluğu diş hekiminin muayenehanesinde aldım. Koltuğa uzanıp ağzımı ayıraraktan doktorun muayenesinin bitmesini beklemeye başladım. Muayene sonucunda tam da tahmin ettiğim tedaviyi önerdi doktor. İMPLANT !

Yani halk deyimiyle çivili diş. Başka bir alternatifin de yarım damak protez diş olduğundan bahseden hekimi duymadım bile..Duymak istemedim daha doğrusu. Bu yaşta üstelik çok daha başarılı bir metod varken takma diş fikri beni müthiş gerdi..Allah protez diş kullanmak zorunda kalanların yardımcısı olsun, çok zor.



İşte bu yüzden ama sırf bu yüzden  "tamam" dedim "implanta varım". Gerekli incelemeler ve görüşmeler yapıldıktan sonra bir hafta sonrasına randevu verdi doktor. Aynı zamanda implant tedavisi sırasında ve sonrasında yaşayacaklarım ile alakalı bilgiler de verdi. Doktorun verdiği bilgilerden aklımda kalan sadece ameliyat sonrasında yüzümün şişeceği ve bir kaç gün çekeceğim ağrı oldu. Bu bir hafta boyunca operasyonla alakalı beynimin ürettiği senaryoları şuraya yazacak olsam burdan köye yol olur :))) Bir de çektiğim psikolojik diş ağrıları cabası..

Bir yandan acaip garaip senaryolar üreten beynimi duymamaya çalışırken, bir yandan da ameliyat sonrası hazırlıklarıma başladım.. Evi döktüm ortaya dip köşe temizlik yaptım. Toparlayıp bal dök yala kıvamına getirdim ki, birkaç gün dinlenebileyim. Bugün geldiğim noktada gördüğümse; isabetli bir davranış olduğu. Ne diyeyim zeki hatunum vesselam :))


Ameliyat anı geldiğinde, ağzımda bildiğiniz inşaat çalışmalarının tamamı yapıldı. Kes, yont, del, çak, ittir, kaktır.. Ha bir de dikiş tabii. Bu kadar hırpalanma sırasında hiçbir şey hissetmemek ne güzel! Eşimin babannesinin bir diş çekimi sonrasında vefat ettiğini düşünecek olursak gelişen tıbbın  gözünü seveyim. Şükretmemiz gereken ne çok şey var!


Bütün bu uygulamaların sonucunda üst damağa sağlı sollu 4 adet implant yerleştirildi.. Bugün yanaklarımda pinpon topu saklıyormuşum hissi veren bir görüntüye sahibim. Ama ağrım yok çok şükür. Yani diş çekiminden sonra daha fazla ağrı çektiğimi söylesem abartmış olmam.

Dünden beri "yan gel yat osman" modundayım. Doktorum "dinlen" dediği için yatıyorum yanlış anlaşılmasın :)) Ama laf aramızda vakit geçmek bilmiyo yahu! Yat yat nereye kadar. Neyse ki zeki bir kadın olarak :)) bugünlerimi çok arayacağımı biliyorum. İyisi mi sefasını süreyim diy mi:)))

5 Mart 2012 Pazartesi

müdür, müdür müdür?

Bugün günler öncesinden duyurulan okul toplantısı için okuldaydım. Normalin aksine bu kez sınıfta değil gösteri salonunda toplandık.
"Bu salonda daha önce de toplanmışlığımız oldu ama genelde müdür değiştiği zaman toplanılır bu odada şimdi nooldu ki gene burdayız acep" diyen iç sesime sabırlı olmasını fısıldadım.
Çok değil 2 dk. sonra daha önce okulda ve civarında hiç görmediğim bir beyfendi salona gülümseyerek ve gaaayett saygılı bir biçimde giriş yaptı. Hepimizi selamladı ve konuşmasına başladı.
Meğersem iç sesim yanılmamış okulumuzun yeni atanan müdürüymüş kendileri. Yani geçen seneden beri değişen 4. müdürümüz oluyor. Arkadaş ne müdürsavar olduk biz okulcak annamadım ki! Gelen kaçıyor. Oysa ki 3 müdür öncesi müdürümüz kulakları çınlasın 15 yılını (fazlası var eksiği yok) bu okulda devirmişti.

Neyse ki bu arkadaş bize, gitmek için gelmediğini, bizi bırakmayacağına dair söz verdi :)) Kendisine şükran dolu bakışlar ataraktan ikna olmuş göründük.

Genç, idealist, saygılı, heyecanlı bir arkadaşa benziyor. Yapmak istediklerini ve bizden taleplerini nazikçe ama büyük bir kararlılıkla iletti. İletirken de kelimelerini seçerek dikkatlice sarfetti. Bi ara heyecandan ve kendini yanlış yapmiimm diye kasmasından mütevellit gıcık tuttu :)) Ama gene de kibarlığı elden bırakmadı.
Şimdi sizlere toplantıda ne konuşulduğunu uzuunn uzun yazmak isterdim eminim siz de merak ediyorsunuz ama üzgünüm yazmıycam :)))

Sadede gelecek olursak, bu yazıyı yazmama sebep, pek heyecanlı pek saygılı yeni müdürümüzün yaklaşık 20 dakikalık kibarlık çerçevesinin dışına çıkmamaya özen göstererek yaptığı konuşmasını bitirme cümlesi oldu.

İşte bendenizin "Yurdum müdürü işte yaa! Böylesi bir gerçek en iyi bu cümleyle anlatılırdı zaten:)) Bak sen onca konuştun ama benim aklımda kalan sadece bu cümlen oldu. O yüzden bırak kendini sıkmayı rahatla!" diye yorumlamama neden olan cümle;

"Eğer siz, mesela bedensel zekası yüksek olup matematik zekası düşük olan bi çocuğu, matematik gerektiren bi mesleğe yönlendirirseniz, kusura bakmayın ama bi yerde TIRTLAR" :))))

6 Şubat 2012 Pazartesi

bir pastanın anatomisi




Çok bi şey istememiştim! Ben yalnızca;


Çocuklar yarıyıl tatilinin sonlarına yaklaşırken onlara bi pasta yapiim istedimdi. Tatilde pc başında kaybettikleri enerjilerini toplasınlar da derslerine konsantre olsunlar istedimdi. Analarının onları düşündüğünü bilsinler istedimdi. Nerden bilirdim başıma gelecekleri?

Bu istek ve azimle geçtim pc başına hangi pastayı yapiim diye araştırmaya başladım. Eskiden bu kadar tarif bu kadar çeşit yoktu anacım. Aynı pastayı isimlerini değiştirp değiştirip yayınlamışlar. Araştırmalarımın üzerinden dakikalar geçtiğinde bir arpa boyu yol alamadığımı farkettim.
Sanal alemin henüz evlerimize girmediği dönemlerde öyle miydi ya! O zamanlar kitaplardan bakılırdı tariflere. Zaten beher evde sadece bir yemek kitabı olduğundan ve o kitapta da biri yazlık çilekli, diğeri kışlık portakallı ve bir diğeri mevsimlik çikolatalı pasta tarifi bulunduğundan anne kalkar mevsime uygun pastayı yapar rahatlardı. Peki şimdi öyle mi? Ara ara dur. Onu mu yapsam şunu mu yapsam diye didin didin dur. Neyse konumuza dönecek olursak;

Aramaktan yorulunca epeydir yapmak istediğim bi tarifi aldım gündemime. Baktım ki en önemli malzeme yok evde eledim tarifi. Sonra başka bir tarifi denemeye karar verdim fakat onun için de başka bir malzeme eksikti gene vazgeçtim. Sonra bir başka tarif ve eksiği, sonra….. Baktım alengirli pasta yapmak için doğru bi zamanda değilim ben de uzun zamandır yapmadığım ve aslında çocukların da çok sevdiği köstebek pasta yapabileceğimi düşündüm. Ama bi anda evde muz olmadığını hatırladım ve,
“Amaannn muzla köstebek ne alaka zaten ya? Muzsuz olsun bu seferki nolur ki sanki” diye düşünüp yola çıkmaya karar verdim. Muzun dışında gerekli tüm malzemeler evde hazırdı. Evet hazırdı ve ben bundan adım kadar emindim.

Sevinç içinde kolları sıvayıp mutfağa geçtim :)) Yumurtaları şekerle çırptım. Yağı sütü unu ve diğer malzemeleri ekledim. İyiiice karıştırdım sıra geldi kakao eklemeye. Kakao kavanozunu elime aldığımda ilk şoku geçirdim. Şimdi ilk diyorum ama o zaman bunun ilk ama tek olmayacağını nasıl bilebilirdim?

Kakao kavanozu boştu hatta bomboştu. Hani ilaç için desen yoktu. Eee napıcam ben şimdi kakaosuz köstebek pasta olmaz ki? Çalıştır saksıyı Eflatun?

“Evreka ! yani buldum ! Ben de çikolatalı toz puding koyarım hamura, süper olur. Ha belki en fazla biraz şekerli olur ama pasta dediğinde şekerli olmaz mı zaten” türevi gazlarla yoluma devam kararı aldım.

Kakolu pasta hamurunu başarıyla çırptım. Şimdi derin bir kalıp kullanayım ki köstebeğimiz tombik tombik ve bol kremalı olsun. Aradığım derinlikte bir kalıp bulamayınca kullanmaktan pek de hazzetmediğim kelepçeli kalıba yöneldim. Daha önce kelepçeli kalıbın altına yağlı kağıt sararaktan bir pasta keki hazırlamışlığım vardı ve başarılı bi uygulama olduydu. Aynı yöntemi kullanmak üzere hazırladığım kalıba kek hamurunu boşaltıverdim.

Amanıınn! Hesapta olmayan ikinci şoku da işte bu ünlemle o an yaşadım. Kek hamuru kalıbın altından gözlerimin önünde firar etmekteydi. Hemen vakit kaybetmeden hamuru tekrar çırptığım kaba boşalttım. Kelepçeli kalıplarda, kalıbı ters yerleştirme gibi muazzam istikrarlı bir huyum vardır. “Gene ters yerleştirdim zaar” diye düşünüp, yağlı kağıdı yenileyip, kalıbı tam tersi çevirip, dualar eşliğinde tekrar hamuru boşalttım. Durum aynı!!!

“Ppffff ! Saatt 23’ü geçiyo ve benim uğraştığım şeye bak! Kim dürttü beni acaba bu saatte kalk da pasta yap diye bilmem ki? Neyse sakin olup başka bir kalıp kullanmalıyım. Çocuklarım için bunu başarmalıyım. Pes etmek yok zira pasta bekliyolar yavrucaklar”

Hani şu gelir düzeyi düşük ya da yüksek farketmeksizin her evde bulunan, çocuk hediyesi, ev hediyesi, sünnet hediyesi, diş çıkarma hediyesi, mezuniyet hediyesi, düğün hediyesi, teskere hediyesi, doğum günü hediyesi, öğretmenler günü, babalar günü, analar günü, danalar günü hediyesi vs. gibi her türlü kılığa girebilen mucizevi mutfak gereci borcam var ya onda pişirmeye karar verdim. Bir kez daha boşalttım hamuru kalıba ve nihayet fırınla kek hamurunun gözlerimi yaşartan vuslatı gerçekleşti :))

Ohh nihayet sıra geldi kremaya. Sütü, şekeri, unu bi güzel karıştırdım ocağa aldım, o pişeyazarken ben de margarini hazır edeyim diye dolaba geçtim. Aradım taradım ıı ııhh yok. Eyvah evde margarin yok. Buyrun 3 nolu şoka !

Hadi kakao mevzusunu tatlıya bağladım da yağ eksikliğini nasıl gidericem. Kremaya da sıvıyağ konulmaz ki ! Bir kez daha saksıyı çalıştırma zamanıdır Eflatun bu sorunu da çözebilirsin biliyorum. Bulursun sen bi şeyler ha gayret! Kendime verdiğim bu gazlar da olmasa :))

Hımmmm ! evet buldum ! Krem şanti koyarım yağ yerine, harika olur. Hem zaten çoğu pasta kremasında kullanılıyo şanti.

Hemen koştum çekmeceye evirdim çevirdim, kaldırdım indirdim tam 4 nolu şok beynime doğru ilerlerken şantiyi arkalarda bi yerlerde gördüm. Derin bir ohh çekerek yolundan geri çevirdiğim şokla bi daha karşılaşmamak umuduyla kremayla şantiyi buluşturdum. Bingo ! Kıvam süper.

Kek hazır krema hazır. Sıra geldi bu ikisini buluşturmaya. Şaşılacak derecede kolay geçti bu aşama. Hiç bi şokla karşılaşmadan pasta hazırlama maceramın üçüncü aşamasını başarıyla noktaladım. Gözümden akmaya hazırlanan bi damla yaşı kafamı yukarı kaldırıp gözlerimi kırpıştıraraktan gerisin geri yolladım. Evet pastam hazırdı. Artık gönül rahatlığıyla dolaba yerleştirip yatabilirdim.

Ertesi gün;

Yola köstebek pasta olmak üzere çıkan ama bittiğinde ne idüğü belirsiz bir pasta olarak dolapta yerini alan pastamı servis yaptım çocuklara. Birinci lokmanın ardından gelen “hımmm mmmmm” sesleri tüm yorgunluğumu silmeye yetti :))